31 Ocak 2013 Perşembe

ANNE OLMAK NASIL BİR DUYGU?

                                                            
                                                                Merhabalar,



               Yeni değil çok oldu ben anne olalı, yani 14 yıl önceydi ...ben ilk kez o muhteşem duyguyu hissedeli...

 

            Anneliği.. Hani derler ya anne olmalı insan anneliği anlayabilmek için. Doğru, aslında her duygu yaşanmadan, anlatılmayla bilinmez. Yaşayan da tam anlamıyla tasvir edemez belki... Üzgünüm ama her anne de tam anne  değil esasında, çünkü cennet annenin ayakları altında, ama çekirdekten çınara aşamalar gibi, her anne annelikten hisseli, kimi çekirdeği kimi devasa gövdesi...

 

            Ne muazzam bir duygu yoğunluğu, şefkatin doruğu.. Sevgi seli sanki. Aciz bir yavru senin himayene muhtaç. Bütünüyle masum, kötülükten nasibini almamış daha..henüz öğretilmemiş ona yalan, hile ve aldatmaca. Hepsini biz öğretmiyor muyuz onlara? Onların programlarında, fıtratlarında güzellik yoğunlukta, kötülükler ise taarruz için  değil sadece savunmada, müdafaa amaçlı yer almış donanımında..

 

 

            İnsanın hayatı duygular yumağı... Nice sevinçler, nice hüzünler yaşar insan. Çermeçeşit deneyimler tadar, hikayeleri oluşur yaşamı boyunca.. Evet çok farklı mutluluklar ....üzüntüler
yaşar, hüzünler sarar kimi zaman benliğini...Ama annelik hissi , annenin şefkati.. insanın, bana göre sahip olabileceği en kıymetli, en değerli, en özel ,en güçlü yanı...en kutsal tarafı...

 

            Bugün bunları bana düşündüren de nedir???

 

            Anne ile özlem, ne kadar yakışan iki sözcük.

            Onlara bağlıyız ama bağımlı değiliz, olmamalıyız yani....Evlatlarımızı yetiştirirken hedefimiz hep ileriye dönük, kendimize değil de topluma, ülkemize katkı sağlayacak nesiller yetiştirmek en büyük idealimiz, niyetimiz olmalı.

 

            Lütfen onların gelecekleri için çok dikkat edelim. Onlara özen gösterelim.
                                                           
                                                               Hoşça kalın.

 

 

30 Ocak 2013 Çarşamba

İNŞALLAHIN YERİ DEĞİL



              Adamın biri eşek satın almak için çarşıya çıkar. Yolda arkadaşıyla karşılaşır. Arkadaşı nereye gittiğini sorunca "Eşek almak için çarşıya gidiyorum," der. Arkadaşı  "inşallah de", deyince "Canım, şimdi inşallahın yeri değil; dirhemler cebimde, eşekse çarşıda," der.

 

             Çarşıda eşek ararken paraları çalınır. Eli boş dönerken aynı arkadaşıyla tekrar karşılaşır. Arkadaşı "Ne yaptın?" diye sorunca "Paralar çalındı inşallah," der. Bunun üzerine arkadaşı onun dediğini tekrar eder ve "Şimdi inşallahın yeri değil," der.

 

Ahmak ve Dalgınlar Kitabı, Şule Yayınları, İstanbul 1998.

28 Ocak 2013 Pazartesi

DÜŞÜNCE UFKU


         
                                                                 Merhabalar,
 
             "Yeryüzünde sayısız denebilecek türde bitki ve hayvan vardır. Zemine kök salıp yerlerinde duruyorlar, bitkilerde irade de bulunmadığı için tam teslimiyet içindedirler.

            Toprak, su, yağmur ve güneş onların yardımına koşturulur ve ihtiyaç duydukları her şey ayaklarına gönderilir. Bitkilerle iç içe bir hayat süren belki milyonlarca türde hayvanlarda, kısmi irade ve kuvvet olduğu için onlar rızıklarını kendileri tedarike çalışır. Meyve kurtları, karıncalar ve bakteriler gibi en zayıfları en iyi beslenirken, aslanlar, kurtlar gibi en güçlü olanlar daha zor beslenir. Ama "tabiat"ın kucağında hepsine rızıkları verilir.

             Bitkilerle hayvanlar arasında yardımlaşma ve işbirliği de vardır. Bitkiler hayvanlara hizmet ettiği gibi, hayvanlar da bitkilere hizmet ederler. Mesela, bir karıncaya kış boyu belki bir kaç buğday danesi yeteceği halde , karıncalar koloniler halinde buldukları bütün daneleri yaz boyunca yuvalarına taşırlar. Böylece, bir danenin bile israf edilmemesine mani olur ve yeryüzünü de temizlerler. Yuvalarına taşıdıkları o daneler bahar geldiğinde sümbül verir ve çıkar. Arıların ürettiği balı, bütün bilgi, teknoloji, güç ve imkanlara  rağmen insanlar bir araya  gelse gramını üretemezler. Aynı şekilde ipek böceğinin yaptığı ipeği yine insanlar yapamaz". Ali Ünal / Pırlanta Ölçüler.

 

           "Düşünüyorum o halde varım" diyor ya Descartes . İnsanı diğer canlılardan ayıran en değerli farkı düşünmesi, fikir üretmesidir. Düşünmeye vesile olacak, ufkumuza açacak  yazılar okumak ve okuduklarımızı paylaşarak, başkalarının da hayata bir de o pencereden bakmasına fırsat oluşturmak...Tabiattaki müthiş ahengi, yardımlaşmayı, işbirliğini çoğu zaman fark edemiyoruz bile... Oysa ibret nazarıyla baktığımızda, hayatın her perdesinde ne kadar büyük bir şefkat eli olduğu göze çarpıyor. Her şey her şeyin aslında yardımına koşuyor, hiç bir şey başıboş değil. Tabiatta tesadüfe tesadüf edilmemiş, her şey bilinçli işliyor...Ve insan bunların farkında olarak yaşadığı sürece ancak tam emniyette ve huzur içinde olabiliyor.

              Yani hiç kimse yalnız değil...                                        Hoşça kalın...

 

26 Ocak 2013 Cumartesi

İSTANBUL GEZİSİ


                                                                        Merhabalar,

            İstanbul Türkiye'nin ve dünyanın en güzel kentlerinden biri. Güzellik görecelidir aslında, kişiden kişiye değişir. Bir beldeyi özel, değerli ve sevgili kılan o yerle ilgili geçmişiniz, paylaşımlarınız, hatıralarınızdır .... Şehri güzel kılan  taşı, toprağı, denizi değildir elbette.... Orada sevdiğiniz insanlar varsa orası anlamlıdır. Onlara ruh katan bağlarınızdır aslında....  uzakları yakın kılan, yolları asan yapan... çekilen meşakkatler dost içinse göze görünmez, yük gelmez. İstanbul benim çocukluk mekanım, ailem, sevdiklerim.... O nedenle İstanbul özeldir, güzeldir... nice şairlere ilham olan...

                           CANIM İSTANBUL

            Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar

            Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar

            İçimde tüten bir şey ; hava , renk, eda, iklim

            O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim

            Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur,

            Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur

            Denizle toprak yalnız onda ermiş visale

            Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale

            İstanbul benim canım,

            İstanbul benim vatanım.

            N.Fazıl Kısakürek.

 

                        "Seyahat edin, sıhhat (maddi- manevi) bulun", sözü çok manidar. Yer değişikliğinde ferahlık var. Gerçekten aynı yerde olmak insanı bazen sıkıyor. İmkanı, fırsatı olan yakınlarıyla buluşmalı. Paylaşımlar arttırılmalı. Müthiş doping olabilir, enerji ve mutluluğa vesile olabilir. Benden söylemesi. Hoşça  kalın...

25 Ocak 2013 Cuma

KARLI YATIRIM


                                                          Merhabalar,
 
           Dünyalar tatlısı bir tanıdığım vardı. Tatlı olmasına tatlıydı  ama sık sık "hayatı ciddi yaşayın" veya "hayatı ciddiye alın" derdi. Bunu o kadar inanarak, hissederek söylerdi ki...bugün işlerimi önemsemeyi, sorumluluğu hafife alamamayı ona bağlıyorum.  Bir zaman sonra   baktım ki hayat da aynı şeyleri söylüyor. ... "Beni ciddiye al" veya "beni ciddi oku", der gibi.
 
          Oysa  şimdi ciddi şeylere talep çok az, her şey gırgır, şamata...bu revaçta...bunlar popüler. Ama hayatla dalga geçenleri sanki hayat da tepki veriyor. Tıpkı geçenlerde internette 280km/ hız yaptığını fotoğraflayarak paylaşan gencin, bir kaç gün sonra kazada hayatını kaybetmesi gibi...hayat kanunlarını çiğnemesinin  bedelini hayatıyla ödemesi ...ne acı bir deneyim...

 

            Ciddiye almak demek asık suratlı gezmek değil elbette... Aksine  her zaman mütebessim olmak  ama her şeye hak ettiği değeri vermek. Payına düşen işlerinde  iyisini yapmaya gayret etmek, oldu bittiye getirmeden. Yapmasam da olur mantığı değil de, nasıl en iyi sonuca ulaşabilirim, nasıl en iyisini yapabilirim?? Sana emaneten kullanımına değerlendirmene verilen her şeyin, neyin varsa; gençliğin, güzelliğin, sağlığın, ilmin, kabiliyetlerin, zamanın, tümünü doğru, verimli, akıllı , karlı yatırımlarda kullanmak. Sahip olduğun her bir  özelliğin ziyan olmasına fırsat vermeden en üst seviyede fayda sağlamak. Onu doğru ve etkili kullanmamak zayi etmektir.

 

            Çok mu karışık geldi, değil aslında çok basit, yolu biraz dolandırdım herhalde hemen anayola çıkayım.
            Gençliğinde ilim ağacı dikmek, yaşlılığında gölgesinde dinlenmek.

            Zaman en değerli kaynak; boşa harcamak için çok pahalı. Her şeyin telafisi yapılabilir belki ama zamanın asla! Dönüşümü olan alanda kullanmak; eğitimde, dostlukta, yardımlaşmada, sosyal sorumluluk projelerinde...

            Sağlığı sigara, alkol, düzensiz ve sağlıksız beslenerek hor kullanmadan yaşamaya gayret etme, yine de hastalanırsan üzülmeme.

            İlim öğrenirken de zihnini gereksiz bilgilerle kirletmeme.

            Örnekleri uzatmak mümkün. Ama sözün özü; hayat nimetinin kıymetini bilerek yaşamak, en
akıllı yatırım herhalde bu...

            Yarıyıl tatili için İstanbul'dayım. Bir kaç gündür blogumla ilgilenememenin sıkıntısını
yaşadım. Umarım  hepimizin şubat tatili sağlıklı, verimli ve keyifli  geçer.

 

 

22 Ocak 2013 Salı

VEFA VE DOSTLUK


                                                               MERHABALAR!
         
           Birkaç günden beri müthiş bir hava var Ankara'da, güneşli, pırıl pırıl ....bahardan kalma.....Böyle günlerde ne yazılır, ne söylenir...Çünkü duygular ve duygusallıklar sanki ağır basar. Bence dostluktan....vefadan bahsedelim. Bu çağın insanı daha bir hasret gerçek dosta,  dostluklara..Çünkü her şey biraz daha yapay, suni, hormonlu...çıkar  odaklı.. O nedenle organik dostluklara ihtiyaç var. Katışıksız, doğal, gerçek boyutunda, şişirilmemiş, olduğu gibi, göründüğü gibi, menfaat gütmeden ....

            İnsanın vefalı dosta veya dostlara -bulmak çok zor olduğu için tek de yeter- gereksinimi tüm maddi ihtiyaçlarından daha önemsiz değildir. Düşünün ki sizi çok mutlu eden müjdeli bir haber aldınız. Bunu paylaşmadan durabilir misiniz? Durduğunuzu düşünelim, sevinciniz de durur, ama paylaştığınızda katlanır, kanatlanır, çoğalır, coşar. Dostunuzun tepkisiyle, duyguların harmanlanmasıyla o mutluluk artar da artar...Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Doğar doğmaz sarar etrafını sevdikleri...yakınları. O hayata gözünü açar açmaz çevresinde onu sevgiyle , bir o kadar hasretle bekleyenleri vardır.  Hoşamedi  diyenleri vardır.

            Diyelim ki çok üzgünsünüz, sizin derdinizi dert edinen dostlara ne kadar ihtiyaç duyarsınız??? O süreci gerçek dostlarınız olmasa nasıl atlatırsınız ?? Sırtınızı sıvazlayan bir el, sıcak, dostane bir tebessüm ne kadar iç ısıtıcıdır, güven ve huzur vericidir.

            Bu günün insanları bu konuda çok yalnızlar, bu anlamda çok fakirler. Gelişen ve değişen hayat şartları insanları korkunç bir yalnızlığa sürükledi. Hız ve tüketim çağı, ilişkilerimizi de kısa sürede tüketme eğilimini empoze etti. Kullan at mantığı arkadaşlıklara da sirayet etti.

            Evet yıllar öncesinde  yaşlı bir hanımın serzenişini dinlemiştim. "Çocuklarımı büyütürken kalabalık bir aile olmanın verdiği telaş ve koşuşturmayla, kimseye ihtiyaç duymadım ve çocuklarımla uğraşmaktan zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım ama çocuklarım büyüyüp, her biri bir yerlere gidince ve ben yapayalnız kalınca, ne kadar yanlış yaptığımı, herkes kendine dostlar ve dostluklar kurarken benim elimin bomboş kaldığını fark ettim ama artık çok geç..." demişti.

            Akıllı yatırım insana yapılan yatırımdır. Bence dostluklar kurmaya özen gösterelim.
Çevremizle ilişkilerimizde uyumlu olmaya itina edelim. Arkadaşlıklar arasında sevgi ve ilginin devamı büyük oranda birbirlerine karşı gösterecekleri anlayış, hoşgörü, fedakarlık ve vefaya bağlıdır. Emek verilmeden edinilen dostluklar emniyetli ve uzun ömürlü olamaz.

            "Kusursuz dost arayan dostsuz kalır"
            Benim dost diyebildiğim dostlarım var,  ya sizin???

21 Ocak 2013 Pazartesi

YARIYIL TATİLİ YAKLAŞIYOR!


                                                          Merhabalar, Hoş geldiniz,


       Günler öylesine hızla akıp gidiyor ki, yetişmek çok güç...Sanki yeni başlamıştı 2012-2013
 Eğitim- Öğretim yılı ki, yarıyıl tatili geliverdi  kapımıza.. Tabii tatil öncesi karne sevinci
olacak. Gerçi sevinç mi üzüntü mü olacak, o da değişecek evden eve...Ben her zaman başarı ve başarısızlığın sadece öğrenciye ait olmadığını, bunun çocuk ve ailenin ortak kazanımı olduğunu düşünürüm. Lise çağındaki bir öğrencinin bile motive edilmeye, desteklenmeye ihtiyacı varken,  ilköğretim çağındaki çocuklarımızın da zaten derslerinin takip edilmeye, ilgilenilmeye,  gerektiğinde  yardımcı olunmaya  gereksinimleri vardır.

 

            Samimi  ilgilenilen ve sevilen  çocuk başarısız olmaya utanır, sıkılır. Elinden geleni yapmaya çalışır. Ama herkesin elinden çok başarılı olmak gelmez. Bütün derslerinden 5 alması beklenemez. Takdir alamayabilir. Bireysel farklılıkları anlayışla karşılamak gerekir. Ama çabaları , süreci kendince iyi değerlendirmesi takdir edilmelidir. Sonuca değil sürece bakılmalıdır.  Her çocuğun başarısı kendisiyle kıyaslanmalıdır. Komşu çocuklarıyla değil.

 

             Ne yazık ki  günümüzde   hala karne alındığı günlerde, aile korku ve baskısıyla intihar eden çocuklar basınımızda yer alıyor. Bu ne garip bir tutarsızlıktır ki başarıda; aile, çocuk ve okul birleşiminin ortak çabası sonuca götürürken,  olumsuz faturanın hesabını sadece öğrenciden bilmek, kolaycılıktan ve suçunu bastırmaktan başka nedir ki? Başarı zaten sadece okul da kazanılan başarı değil, hayat başarısı da sadece okulda alınan notlarla elde edilen bir şey değil. Bugün birçok alanda zirveyi yakalamış insanlar  sadece  okulda aldıkları notlarla değil azim, sebat ve istikrarlı çalışmalarıyla ulaşmışlardır.

 

             Başarı bana göre;  ahlaken iyi yetişmek, kendi ve çevresiyle barışık , küçük şeylerle mutlu olabilen,  sahip olduklarına teşekkür edebilen, başkalarının mutluluğuna sevinebilen, yardıma muhtaç olana el uzatmayı erdem değil vazifesi bilen nesiller yetiştirebilmektir. Ebeveynler için de ulaşılabilecek ama zor bir başarı, bunun  için hepimiz ciddi emek sarf etmeliyiz ve bu konuda çook düşünmeliyiz. Anne -babalık zor zanaat...

 

            İlerleyen günlerde nasıl verimli, kaliteli ve  keyifli bir şubat tatili geçirebiliriz çocuklarımızla, bunları düşünelim... Hoşça kalın..

 

18 Ocak 2013 Cuma

MEHMET ALİ BRAND'IN ARDINDAN


            Merhabalar!

 

            Dün internette dolaşırken Mehmet Ali Brand'ın yoğun bakımda olduğunu okuyunca şaşırttım. Neden bilmiyorum büyük bir üzüntü duydum. Akşam haberlerde de vefat haberini öğrendim. Allah rahmet eylesin.  İnsanların ani vefatları çok yakinen tanımasak da hüzün oluşturuyor .Ölüm insanı mahzun ediyor, insana  faniliğini  hatırlatıyor.

 

            Hani onun  demokrat ve iyi bir gazeteci olduğunu biliyorum .. her ölüm haberi insani şöyle böyle etkiliyor, çünkü ona has ve mahsus değil, "her nefis ölümü tadacaktır"...gerçeği ...

          "Hani nasihat istersen ölüm yeter" denir ya...onun gibi.

 

            "Evet bu cisim ebedi değil, demirden değil, taştan değil ancak et ve kemikten ibaret bir şeydir. Ani olarak senin başına yıkılıyor, altında kalıyorsun. Bildiğimiz dünya bir iken, insanlar adedince dünyaları kapsıyor. Her insanın kendi hayalinde oluşturduğu özel dünyası öldüğü zaman yıkılıyor ve kıyameti kopuyor".

 

            Duygularım beni esir etmeden, neyse ki aklım devreye girdi ve "ölümün yokluk değil,
hiçlik değil, çürümek değil, sönmek değil, ebedi ayrılık hiç değil, bir mekan değişikliği olduğu" gerçeğini,  ölümün görünen ürpertici şeklini güzelliğe çevirdi. Tabii "nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz" hakikatine uygun yaşayarak.


          Mevlana : "herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan" derken ölümü ayrılık değil, kavuşmak olduğuna dikkat çekti.

        



 

 

 

 

           

17 Ocak 2013 Perşembe

DENİZ YILDIZI


Uzun kumsalı olan bir tatil kasabasına giden bir yazar, denizi seyrederken bir adamın garip hareketler yaptığını görür. Sahile biraz yaklaşınca adamın çırpınırcasına kumsalın üzerindeki deniz yıldızlarını alıp denize fırlattığını fark eder. Yazar adama sorar:

 

            "Ne yapıyorsun" der.

 

            Adam " deniz yıldızlarını  denize atıyorum" der. Sonra ekler "bunlar kumsalda kalmış, az sonra kızgın güneşin altında kuruyacaklar ve ölecekler".

 

             Yazar, kumsala bir bakar ki kilometrelerce uzunlukta ve üzerinde belki binlerce deniz yıldızı var.

 

            "Deniz yıldızları o kadar çok ki.... senin attıklarınla ne fark eder?" der.

 

            Adam bir deniz yıldızını daha denize attıktan sonra,

 

             "işte onun için  çok şey fark etti" der.

 

Kaynak: İlham Veren Başarı Öyküleri. Canten Kaya, Ziya Baran.

15 Ocak 2013 Salı

İNANÇ VE ÇALIŞMAK


Yıllar önce Amerika'nın Missisipi Nehri'nde, nehrin bir yakasından ötesine yolcu taşıyarak geçimini sağlayan yaşlı bir kayıkçı, kayığındaki küreklerden birisine "inanç", diğerine "çalışmak" yazmış. Sebebi sorulduğunda bu güngörmüş kayıkçı:

 

            "Nehri karşıdan karşıya geçmek için her iki küreğe de ihtiyaç var. Çalışmaksızın inanç ve inançsız çalışmak sizi bir dairede döndürür durur. Hayat yoluna tek kürekle çıkmak da nehri tek kürekle geçmeye çalışmaktan farksızdır. Hiç bir yere gidemezsiniz" demiş.

 

            Çalışmak ve inanmak başarının olmazsa olmaz şartlarıdır. Elinden gelen tüm gayreti gösterdikten sonra, başaracağına gönülden inananın başarma şansı çok yüksektir.Tarihe başarılarıyla geçmiş insanlara baktığımızda motivasyonu ve çabalarının çok yüksek olduğunu görürüz.

 

            Eğer bir insan iç motivasyonla, yani kendi kendini motive edebiliyorsa,  harekete geçirebiliyorsa bu insan çok şey üretebilir ve hayatta pek çok şey başarabilir. Aslında çalışmanın ücreti yapılan işin içine gizlenmiştir ve peşin olarak ödenmiştir.

 

             Kim olursa olsun öğrenci, görevli, arı, sinek, böcek çalışmaktan, işini yapmaktan, üretken olmaktan huzur duymuştur. Organlarımız için de aynı kural geçerlidir. Ahenk içinde işleyen, çalışan vücut sağlıklıdır, mutludur. Çalışmayan uzuv felç olmuştur.  Zor olan kısım pasif olmak , boş durmak  hiç bir şey yapmamaktır. "Rahat zahmette; zahmet rahattadır" sözü ne kadar doğrudur. Nerde bir tembellik varsa orada sıkıntı ve problem vardır. 

 

            Ara tatil yaklaşırken hiç bir başarının tesadüfen kazanılmadığı, kişiye kendi çaba ve çalışmasından başka hiç bir şey olmadığı, notları öğretmenin vermediğini, öğrencilerin aldığını, zaten adaletin de bunu gerektirdiğini düşündüm.

 

 

            Bir bilge de şöyle diyor; çaresiz kaldığımda taş ustasını seyrederim. Taş ustası bir taşa yüz defa vurur, yüz birincide taşı ikiye böler. Gerçekte taşı ikiye bölen son vuruş değil, önceki vuruşlardır.

 

            Bir Çin Atasözünde : "Çalışan kazanır, çalışmayan aldanır", der. İyi çalışmalar.

14 Ocak 2013 Pazartesi

BAKIŞ AÇISI


Bugün pazartesi, yeni bir hafta, yeni bir gün, yeni bir başlangıç...Yapabileceğimiz  onlarca güzellikler var... kendimize , insanlığa, topluma .... Hiç bir şey yapamıyorsak da, bir tebessümle  pozitif enerji yayalım dünyaya...

 

            Gazeteleri okurken bir haber düşündürdü beni.. Tekirdağlı Refiye Yılmaz'a milyonda bir görülen Gardner Sendromu nedeniyle, doktorlarının acil ince bağırsak nakli yapılmasının gerektiğini, yoksa hayati tehlikeye gireceğini yazıyordu. Aynı haber televizyonda da vardı. Gencecik bir kız. Onca hastalığına rağmen gülümseyebilen. Umut ediyorum ki duyarlı ve şefkatli halkımız ona yardım elini  uzatacaktır.

 

            Üzülüyoruz böyle haberlere ama yaşadığımız hayatta hiç bir şey tesadüfen meydana gelmiyor. Her olayda ince hesaplar, derin manalar, bizim hemen okuyamadığımız incelikler vardır. Ve bize bakan yönünü  düşünecek olursak, genel olarak hayatın akışı içersinde ufak- tefek aksaklıkları, tümsekleri, suni problemleri ne kadar büyütebiliyoruz. Hatta örümcek ağını andıran önemsiz meselelerle gündemimizi nasıl  meşgul edebiliyor, canımızı sıkıyoruz. Stres, sinir ve öfke vazgeçilmezlerimiz. Hepimiz, ben de dahil  küçük olumsuzlukları bir hayli abartabiliyoruz.

Oysa bizden her zaman her bakımdan maddi-manevi daha zor, daha sıkıntılı dönemler geçiren insanlar var. Olayları değerlendirirken pozitif yaklaşabilmek, başıboş olmadığını idrak etmek, "bu da geçer ya" diyebilmek, sıkıntıyı göğüslemede ve hafifletmede azımsanmayacak  derecede katkısı vardır.  

 

             Kıssadan hisse olabileceğini düşündüğüm bir hikaye:

 

            Padişah daha önce hiç deniz yolculuğu yapmamış bir köle ile aynı gemide yolculuk yapıyordu. Köle korkudan tir tir  titriyor, bir türlü sakinleşemiyor, bağırıp çağırarak herkesi huzursuz ediyor. Padişahın iyice keyfi kaçıyor. Bir adam öne atılarak:

"İzin verirseniz padişahım onu sakinleştireyim".

"Ne yaparsan yap, yeter ki şu adamı sustur", der  adama.

Bağırıp çağıran köleyi tutarak suya atarlar.

"Boğuluyorum, imdaaaat!" diye köle feryat ederek çırpınır.

Köleyi yakalayıp gemiye çıkarırlar. Bir köşeye bırakırlar. Köle artık sessizce oturur.

 Padişah adama niçin öyle yaptığını sorar.

"Gemideki huzur ve güvenin farkında değildi" padişahım. "Suya düşünce değerini anladı".

 

            Sahip olduklarımıza gönülden teşekkür edebilmek dileğiyle...

 

 

12 Ocak 2013 Cumartesi

VAK! VAK!


Çin'de görev yapmakta olan Amerikalı bir subay, bir gün, Pekin'de bir lokantaya girdi. Garsonlardan biri koşarak yanına geldi ve mönüyü uzattı.

 

            Subay eline tutuşturulan bu Çince mönüden hiç bir şey anlamadı. Parmağını listedeki yazılardan her hangi birinin üzerine rastgele koyarak, garsona gösterdi. Kendisini selamlayan
garson, menüyü alıp, koltuğunun altına sıkıştırdı ve hızlı adımlarla mutfak kapısına doğru
uzaklaştı. Subay, ne geleceğini merakla bekliyordu.

 

            Bir süre sonra garson bir tabak meyve getirdi. Amerikalı subay garsona meyveyi kenara koymasını işaret ederek, parmağıyla listeden bir yemek daha gösterdi.

 

            Bu sefer bir pasta geldi.

 

            Subayın karnı çok acıkmıştı. Parmak usulüyle güzel bir yemek seçemeyeceğini anlayınca, etrafındaki masalara bakınmaya başladı.

 

            Karşı masada bir grup Çinli bir et yemeği yiyorlardı. Subay,  garsona onların yediği yemekten getirmesini işaret etti.

 

            Az sonra yemek geldi. Büyük bir iştahla eti yemeğe başlayan Amerikalı, yemeğin yarısına kadar gelmişti ki, böyle tuhaf bir eti şimdiye kadar hiç yemediğini fark etti. Bu acaba bir ördek eti miydi?

 

            Evet evet!  Burası Pekin olduğuna göre, büyük ihtimalle ördek etiydi.

 

            Garsonu çağırdı eti gösterdi ve kollarını kanat gibi yaparak:

 

            "Vak, vak! Vak, vak!..." dedi.

 

            Çinli garson, " Hayır!" anlamında başını sallayarak cevap verdi:

 

            "Hav, hav! Hav, hav!.."
Kaynak: Neşeli Öyküler, Selim Gündüzalp.

10 Ocak 2013 Perşembe

KİTAP OKUMANIN FAYDALARI


 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
"İyi bir kitap insana can veren kandır"  diyor, John Milton. Kan değerlerimizin  düşük seviyelerde olması bile kişiyi ciddi anlamda halsiz, bitkin yapabiliyor. Kitaba " kan" gibi hayati bir değer atfeden şair, kitapsız sağlıklı yaşamanın da sanki mümkün olmadığını belirtiyor.

           

            "Bal suyu tatlıdır, şeker iyidir; ama kitabın tadı ikisinden de iyidir" diyor başka bir düşünür. Hal böyle olunca ben de doyamadım kitabı anlatmaya...Jules Chore ise : "Kitapları seviyor musunuz, öyleyse hayatınız boyunca mutlu olacaksınız" diyor. Ve bir araştırmada insanların eğitim seviyeleri yükseldikçe mutluluk oranlarının arttığından söz ediyor.

 

            SBS sınavında tam puan alan bir öğrenciye, nasıl hazırlandığı soruluyor. Bakın ne cevap veriyor: "Yerli ve yabancı tüm klasikleri okuyarak". Kitap okurken zihinde pasif duran milyarlarca hücre faaliyete geçiyor. Nasıl işlemeyen demir pas tutarsa, beyin de okudukça güçleniyor, hafıza kuvvetleniyor, anlama , yorumlama, hatta konuşma kabiliyeti bile büyük oranda gelişiyor. Söz dağarcığı gelişen insan kendini daha rahat anlatabiliyor. Anlatılanları da daha iyi kavrıyor.

 

            "Ben kitaplarımı değil, kitaplarım beni ortaya çıkarmıştır" derken Montaigne, okumanın insan başarısında nasıl önemli bir güç olduğunu vurguluyor belki de. Bugün başarılı insanların   hayat hikayelerini okuduğumuzda öğrenmeye, bilgiye karşı nasıl doyumsuz  ve kanaatsiz olduklarını görürüz. Zaten "Ölünce unutulmak istemezseniz, ya okumaya değer eser yazın veya yazılmaya değer işler başarın" diyor, Benjamin Franklin  ve hala düşüncelerinin yaşamasıyla da kendi sözünü doğruluyor.

 

            Konuyla alakalı  beğendiğim gerçek bir hayat hikayesini paylaşayım. Amerika'nın Kansas eyaletinde, ağabey bir yıl okula geç başladığı için, her ikisi de üçüncü sınıfa giden iki erkek kardeş   ailesi ile yaşıyorlar . Okulun en tembel ve aynı zamanda en yaramaz ikilisinin durumlarını öğrenmek üzere bir gün annesi okula gider. Öğretmen içler acısı durumu anneye anlatır. Eve dönen anne önce  televizyonu depoya kaldırır, çocuklarını çağırır ve şu konuşmayı yapar:

 

            Bundan böyle haftada birer kitap okuyup bitireceksiniz. Aynı kitabı ben de okuyacağım, ve yapmadığınız takdirde sizi samanlıkta yatıracağım. Çocuklar bakar ki anne ciddi, uygulamaya koyulurlar. Bir yıl sonra büyük kardeş okul birincisi olur, diğeri ikinci. Şu an her ikisi de İndia Üniversitesinde beyin cerrahı uzmanı olarak görev yapıyorlar.

 

            Önemli olan sadece kitap okumak değil, neyi nasıl okumalı? Hayat o kadar uzun değil
her şeyi okuyabilecek kadar. Bize yararı olacak, davranışa dönüşecek, pratiğe geçirebilecek önce hayati bilgilere yer verilmeli. Nasıl okumalıya gelince, mutlaka önemli yerler çizilmeli, küçük notlar alınmalı, gerektiğinde çizili yerler tekrar yapılmalı ki bilgiler kalıcı olsun.

 

           

 

8 Ocak 2013 Salı

ANNEMLE KİTAP OKUYORUM


                                     

           

            "Anne benimle benim için oku" projesi kapsamında 4 bin çocuk ve 4 bin anne 9 ay sürecek kitap okuma etkinliğine, İstanbul Kalkınma Ajansı ve Bağcılar Belediyesinin finanse ettiği projeye start verilmiş. Ne güzel!

 

            Bir Çin Atasözünde  "Kitapsız büyüyen çocuk, susuz büyüyen ağaca benzer", der. Susuz insan büyür mü??  Bodur kalır, gelişemez, "büyüme  eşiği" ne ulaşamaz. Böyle etkinliklerle kitap okumaya insanların teşvik edilmesi, ödüllerle desteklenmesi çok yararlı uygulamalardır. Kitap okuma alışkanlığını kazandırmak için ne yapılsa yeridir, azdır, elzemdir.

             Çünkü bedenimizi beslemek için ne kadar gıdaya ihtiyacımız varsa, ruhumuzu, duygumuzu beslemek için de aynı oranda  kitaplara gereksinimiz  vardır. Horace:" Mümkün olsaydı her karış toprağa buğday eker gibi kitap ekerdim" der. Evet ekmek kadar, su kadar ihtiyacımız var çünkü. Ama ihtiyacımız olduğunun bile idrakinde değiliz. Başka mecralarda avunmaya çalışıyoruz. Zamanımızın olmamasını da bahane edebiliyoruz ama saatlerce TV karşısında , internette veya cep telefonu mesajlaşmalarıyla  lüzumsuz vakit kaybedebiliyoruz.

           

            Oysa gün içinde yaptığımız işlerimiz arasında en az zaman ayırdığımız veya ayıramadığımız "kitap okuma" işi , yaptığımız diğer faaliyetler arasında en önemli olanı belki de....  Ama tadına bakmadığı için yemek yemeyen çocuklar gibi, biz de kitap okumanın eşsiz lezzetini maalesef bilemediğimiz için o büyük nimetten hep mahrum yaşıyoruz. Ama neyi kaybettiğimizin, neler kaçırdığımızın farkında bile olmadan..

 

            Bugün gelişmiş ülkelere baktığımızda kitap okuma oranı ülkemizle kıyaslanılmayacak

seviyede gerilerde olduğumuz görürüz. Onların zenginleşmelerini, ilerlemelerinin en önemli

nedeni sürekli bilgilerle yenilenmeleri, alternatif  düşünceler üretebilmeleri.

 

            Neyse hiç bir şey için geç kalmış değiliz. Kendimize ve ailemize çok büyük bir iyilik yapalım. Her gün ama mutlaka her gün bir başucu kitabı edinelim ve onu okuyalım. Bu  hayatta kazanabileceğimiz en yararlı bir alışkanlık olacaktır. Ama gerekli-gereksiz bilgilerle beynimizi çöplüğe çevirmenin de pek anlamı olmaz. Bize hayatımıza anlam katacak, pozitif enerji sağlayacak, kullanabileceğimiz, istifa edebileceğimiz, sıkıştırılmış kesme şeker tadında hayatımızı tatlandıracak şeyler okuyalım.

 

           

7 Ocak 2013 Pazartesi

YANKI


Bir babayla sekiz-dokuz yaşlarındaki oğlu dağlarda yürüyüşe çıkmışlardı. Çocuğun ayağı birden kaydı ve düştü. İncinen ayağının sıkıntısıyla haykırdı.

"Aaaaaaahhhhhhhhhh!"

Sesi karşı dağlardan yankılanıp aynen geri döndü:

"Aaaaaaaaaahhhhhhhh!

Daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamış olan çocuk çok şaşırdı ve merakla bağırdı:

"Kimsin sen?!"

Cevap gelmekte gecikmedi:

"Kimsin sen?!"

Çocuk bu cevaba öfkelendi:

"Korkak!"

Cevap aynıydı:

"Korkak!"

Bunun üzerine babasına dönüp sordu:

"Neler oluyor baba, anlamıyorum?"

Babası gülümsedi ve "Dikkat et oğlum" dedi. Sonra da karşı dağa doğru bağırdı:

"Her şey  çok güzel!"

Dağdan gelen ses cevapladı:

"Her şey çok güzel!"

"Seni seviyorum"

"Seni seviyorum"

         Çocuk hala hayret içindeydi, ama yine de anlayamamıştı. Daha sonra babası açıkladı:

"İnsanlar buna yankı derler, ama aslında o hayatın ta kendisidir. Söylediğin ya da yaptığın her şeyi sana aynen iade eder. Hayatımız, yapıp-ettiklerimizin bir yansımasından başka bir şey değildir. Dünyanın daha sevgi ve adalet dolu olmasını istiyorsan, kendi kalbini sevgi ve adaletle doldurmalısın. Başkalarının şefkatli olmasını istiyorsan, senin şefkatli olman gerekir. Bunu her şeye uygulayabilirsin: Hayat ona ne verdiysen, onu sana aynen iade eder."
Kaynak: İlham Öyküleri, Murat Çiftkaya.

6 Ocak 2013 Pazar

DİSİPLİN VE BAŞARI


     

 

            Bill Toomy'nin olimpik dekatlonu kazanma hikayesi oldukça düşündürücüdür. Bill , 1964 yılında yirmi beş yaşındayken olimpiyatların en yorucu oyunu olan dekatlon seçmelerine katılıyor. Seçmeler sonunda ilk üç rakibi olimpiyatlara katılma hakkı kazanırken o, dördüncü olarak eleniyor.

 

 

            Ertesi günü onu sahanın etrafında koşarken görenler: "Mr. Toomey, olimpiyatlara katılma şansınızı nasılsa kaybettiniz  neden çalışıyorsunuz" diyorlar. O şu muhteşem cevabı veriyor:

 

 

            "1968 olimpiyatları için çalışıyorum". Ve bu disiplinli çalışma neticesini veriyor. Bill Toomey 1968 Mexico City Olimpiyatlarında altın madalyayı gururla göğsüne takarak birincilik kürsüsünde haklı yerini  alıyor.

 

            "Başarı merdivenleri, eller cepte çıkılmaz". Çıkılsaydı zaten anlamı da olmazdı. Bir şeyin değeri onu ararken harcadığın emek kadardır. Alın teri, fedakarlık, çekilen meşakkat, çabalar...
.. neticesinde kazandığımızı anlamlı kılar. "Miras değil, alın teri" denilmesi, aradaki farkın
belirtilmesi bu nedenledir.

 

 

 
            Eğer  engeller karşısında  insanlar hemen pes etmiş olsaydı, dağlara tüneller açılmaz, viyadükler inşa edilemezdi. "Birkaç sineğin ısırması, hızlı koşan atı durduramaz". Önemli olan başarıya tam odaklanabilmek. Ölmek var dönmek yok diyebilmek. Hayatın her alanında, hedefe azimle yürümede; sebat, kararlılık,  özsaygı motive edici olmalıdır.

3 Ocak 2013 Perşembe

SAĞLIKLI BESLENME


                                           

 

            Mevlana diyor ki:       "Allah iyiliğin-kötülüğün karşılığını kıyamette vermeyi vadetmiştir ama peşin olarak da onun örneği, dünya yurdunda soluktan soluğa, bakıştan bakışa belirip durmadadır. Bir insan gönlünde bir neş'e, bu sevinç, birisini neşelendirmesine, sevindirmesine karşılıktır. Sıkılır gamlanırsa da birisini sıkmıştır, birisini gamlandırmıştır. Bunlar, öbür dünyanın armağanlarıdır; ceza gününü gösterir; şu azıcık şeyler o çok şeyi anlatır; hani buğday dolu bir ambardan bir avuç buğday gösterirler ya, tıpkı onun gibi".

           

            Tam da burada Dr. Ender Saraç "Artık ruhunu da besle!" kitabında vücudumuzun sağlıklı olması için ne kadar çok çabalıyoruz, sağlıklı beslenme programları, vitaminler alıyor, diyetler yapıyoruz.  Ama ruhumuzu ne kadar doyurabiliyoruz diyor ve "ruhsal obeziteden" bahsediyor. "Beden fast food tarzı yiyecekler, asitli içecekler, yağlı ve şekerli gıdalarla şişerken ruh da yalan, hırsızlık, gıybet, iftira, kıskançlık, öfke, tembellik, kul hakkı yeme ve tabiata zarar verme gibi durumlarla şişiyor. Kitapta hem ruhu hem bedeni dinlendirmek için 40 günlük tefekkür diyeti programı yer alıyor . 40 gün boyunca ruhu kirleten alkol, sigara, çok fazla televizyon izlemek ve yemek yeme gibi alışkanlıklardan uzak duruluyor, sabah akşam iç muhasebesi yapmak ve daha az konuşup içe dönmek de gerekiyor.

 

            Yalan söylemekten uzak durmak uzun vadede stres oluşmasını engeller. Karşınızdaki insana güzel yönlerini abartmadan güzel sözler söyleyin. Çocukları öpün, onlara sarılın. Sokak hayvanlarını ve kuşları besleyin. İhtiyacı olanlara yardım eli uzatın" diyor.

 

            Günümüzde çoğumuzun muzdarip olduğu "can sıkıntısı ve stresin"  kaynağında  Mevlana'nın öğüdünde dikkat çektiği gibi neşelendirmekle neşeleneceğimize, ruhumuzun  ihtiyaçlarına sessiz kaldığımızı veya ruhumuzun dilini anlayamadığımız için yanlış beslediğimizi , o susamışken tuzlu su verdiğimizi, başkalarını da görüp gözetmemiz gerekirken hep kendi mutluluğumuzun peşinde koştuğumuzu ama nafile yorulduğumuzu, kendini mutlu etmenin başkalarını mutlu etmede gizli olduğunu bilemediğimiz için ... Neyse Dr. Ender Saraç'ın "ruhsal obezite" lerimize 40 günlük düşünme diyeti iyi gelir, umarım.

2 Ocak 2013 Çarşamba

2013'e Merhaba!


                                   

            2012 yılını acısı ve tatlısıyla geride bıraktık, yeni bir yıla kavuşmanın mutluğu ile daha verimli, daha pozitif, daha akılcı, daha sağlıklı,  daha bilinçli bir yıl geçirmeyi ümit ediyoruz. Çünkü bizim kültürümüzde "iki günü aynı olan ziyandadır" anlayışı ve öğretisi vardır. Bu düşünceyle geride bıraktığımız yılın hatalarından, eksiklerinden ders çıkararak, onları da kazanca , tecrübeye dönüştürerek doyumlu, bereketli bir yıl geçirmeyi hepimiz için temenni ediyoruz. Bu niyet ve düşünce ile 2013'e merhabalar diyoruz.

           

            Bu sabah gazetelere baktığımızda her yıl tekrarlanan acı, üzücü ve bir o kadar da düşündürücü  kutlama manzaraları vardı. Onlarca genç "yeni yılı" alkol komasına girmiş bir vaziyette karşılamış! ve geceyi hastanelerin acil servislerinde  geçirmek zorunda kalmışlardı . Bu nasıl derbeder bir karşılama, şuuru kapalı, kendinden bihaber, yarı baygın... Bu içler acısı tablo içimizi acıtmalı. Bizim gençlerimiz  bu hallere düşmemeli... saygınlığını yitirmemeli...

 

            Eğlenmek, mutlu olmak, 2013'e "hoş geldin" demek tabii ki insanidir, yeni bir yıla kavuşmanın teşekkürü anlamında kutlama yapmak anlaşılabilir, ama bu isyan tavırlarıyla neye, nasıl teşekkür ediyoruz. Gençlerimizin hayati tehlikeye girmeleri, hiç bir yararı olmayan ve tüketilir tüketilmez "mantıklı düşünme, karar verme, hareket etme yetisini" kaybettiren ve gençleri "daha az miktarı bile daha fazla"  etkileyen zararlı alışkanlıklardan nasıl korumalı?

 

            Gençlerimizi kötü alışkanlıklardan korumada, zannediyorum yine en önemli etken sevgidir. Öyle sevgi ki hayatlarında boşluk ve anlamsızlık kalmasın, bocalamasın. Yapay tatlandırıcılara ihtiyaç bırakmasın. Genç değerli olduğunu hissetsin, farklı arayışlara dalmasın. Büyüdüğünü küçülerek ispat etmesin. Onların her türlü sıkıntılarını hissedelim . Hissetmek,etkili dinlemektir, dinlenildiğinin ve anlaşıldığının belirtmektir. Ancak böylece kalplerini kazanabilir, vicdan eğitimini sağlayabiliriz.

 

            Gençlerimizin boş zamanlarını çeşitli sportif faaliyetler, sanatsal etkinlikler ile değerlendirebilir ve enerjilerini iyi kullanmaları için yönlendirebiliriz.

 

            Biz her türlü söz ve davranışlarımızla gençlerimize model oluyoruz. Kötü alışkanlıkların her türlüsünden önce biz uzak duralım. Gençlerimiz bizim geleceğimiz.