31 Mart 2013 Pazar
Tekrar görüşmek ümidiyle,
Hastayım demeyi hiç sevmedim...
Hep iyiyim demeyi yeğledim....
Ama son günlerde kendimi iyi hissetmedim.
Zaten dostlarım biliyor bu nedenle ben evdeyim.
10 ay olmuş ben artık eski ben olmayalı...
7 ay olmuş görevimi bırakalı.....
Olsun her şey insan için değil mi?
İnsan nasıl olgunlaşsın, nasıl hikayeleri oluşsun...
Ben gidiyorum....dostlarım....
Artık İstanbul'a Sema hastanesine gidiyorum
Ameliyat olma zamanım nihayet geldi
Beklemek kolay değildi...
Ama ben bu süreci de sevdim...
Bana dua edebilirseniz...sevinirim.
16 Mart 2013 Cumartesi
BAHAR VE DİRİLİŞ
Mart ayının ortalarına geldik. Günler süratle geçiyor ama pek farkında
değiliz. Bahar da yavaş yavaş kendini hissettiriyor. Bir iki günden beri biraz
daha soğuktu Ankara, rüzgarlıydı ama yine de iyiydi.
İnsanla
evren arasında inanılmaz bir bağ var. İnsan küçültülmüş bir evren sanki, yani
maddi yapısı-mana yapısı her şeyiyle kainat kadar muhteşem, sanatlı ve de değerli. İnsan hayatını mevsimlere benzetecek
olursak ; ilkbahar doğumu , yaz gençliği, sonbahar yaşlılığı ve kış ölümü hatırlatmıyor
mu? İlkbahar çok açık ve net bir şekilde öldükten sonra dirilmeyi hatırlatıyor, birebir
örtüşüyor. Kışın yaprakları dökülmüş
kupkuru bir ağaç aynı insan iskeletine benzemiyor mu ?
Karıncalar, sinekler, böcekler hepsi kışın nereye
kayboluyor?
Ölmüş
olan tabiat baharla diriliyor, yeryüzünde hummalı bir varoluş faaliyeti göze
çarpıyor. Ağaçlar tomurcuklanıyor,
çiçekler açıyor her tarafta, bin
bir çeşit canlı hayatla tanışıyor. Ve bu canlanma hareketi koca bir alanı kapsıyor, üç- beş değil
binlerce, milyonlarca canlı yeryüzüne teşrif ediyor ve çok olmaları düzen ve
kaliteyi bozmuyor. Hepsi çok sanatlı, hepsi harika. Yeni yeni hayvanların
böcek, sinek, karınca vs doğması, envai çeşit bitki ve meyvelerin oluşması hiç
bir karışıklığa sebebiyet vermiyor . Oysa bizler en fazla 1-2 şeyi bir arada
yapabiliriz. Üstelik hem hızlı hem mükemmel, hem kırıp dökmeden, malzemeleri
israf etmeden (yemek programlarındaki gibi) yapmak şampiyonluğu kazandırmıyor mu?
Uyumsuz,
ahenksiz, israf , gereksiz diyebileceğimiz bir şeyin icadına siz şahit oldunuz
mu ?
Ben olmadım, aksine peşi peşine
sayısız güzelliklerin var edildiğine, hiç bir özensiz , dağınık, eksik, fazla
olmadan tam kusursuz bir sanat ve denge içinde olduğunu fark edebiliyor
muyuz? Bence hayır, edemiyoruz, çünkü çok işimiz var,
ne etrafımıza bakacak vaktimiz, ne de güzellikleri anlamlandıracak bakışımız var? Öyle değil
mi???
Bahar
bahar gibi canlanmamıza, yeniden dirilişimize, hayatın güzel olan anlamını
kavramaya vesile olsun. Hoşça kalın.
11 Mart 2013 Pazartesi
PAPATYALAR ÖLÜNCE GÜZEL KOKAR
Öteden beri okuduklarım ,
izlediklerim, dinlediklerim hep etkiler beni, bir kulağımdan girip diğerinden
çıkmaz. Süzer, tartar, değerlendirir doğruluğuna inandığım, kaynağına ,kimin
söylediğine güvendiğim bilgileri kullanırım, hayatıma taşırım, başkalarının
deneyiminden faydalanırım. Biraz
temkinliyim, bilgi de seçiciyim, güvenirliğinden emin olmadan, sorgulamadan
zaten o bilgiye talip de olamam. Mesela maydonozun çok sağlıklı mı olduğunu öğrendim, kahvaltıma
yeşillikler katarım. Bugüne kadar öğrenmeye ihtiyacım hiç azalmadı; nasıl
öğrenci olmalıyım, nasıl başarılı olmalıyım, nasıl kendimi geliştirmeliyim,
nasıl eş olmalıyım, nasıl anne olmalıyım, nasıl ergen annesi olmalıyım, nasıl
çocukların sınav stresini hafifletmeliyim, nasıl insan olmalıyım ben bunları hep
okuyarak, ehlinden öğrenerek yaşamaya çalıştım. Gerçi insan nisyandan
alınmıştır, unutmaya yatkındır. Ama hayata geçirilebilenler kar oluyor. Hata yapmadım mı, tabii ki yaptım, ama
muhtemel hataları en aza indirgemeye
çalıştım. Beni rahatlatan, ferahlatan, işimi kolaylaştıran bilgileri
paylaşmadan yapamadım....
Bunları
neden mi anlatıyorum, bir bilgi var ki, bir gerçek var ki ben ondan hep kaçtım,
çoğu insan gibi ..... onu görmezden, duymazdan, bilmezden geldim. Çünkü soğuk
duruyordu, biraz da ürkütücüydü.... Hani meclislerde kazara değinilecek olsa
"aaa şimdi güzel şeyler konuşalım, bu da nerden çıktı" deyiverdiğimiz
, düşünerek dahi olsa moralimizi bozmak istemediğimiz o gizemli konu....
Ölüm....
Bir
yakınımın tavsiyesi ile birkaç hafta önce bir TV kanalında yayınlanan ölüm
konusunu dün akşam izledim, dinledim. Ölümün farklı bir perspektifle
anlatıldığı, gerçeklerden kaçarak değil, bilerek ve gereği yapılarak yaklaşmak
gerektiğinin anlatıldığı dolu dolu bir program. Evet tabii ki çok etkilendim.
Anladığım ve yorumladığım şekliyle bir kaç kısmını sizlerle paylaşmak
istiyorum, korkutucu değil merak etmeyin güzel, ben beğendim.
1.Kabir
hayatı; arkadaşlarını, yoldaşlarını
dünyadayken bizim hazırladığımız, seçtiğimiz bir hayat... ama farklı bir boyutta. Yapılan iyiliklerin, değerlere yaptığımız
yatırımların; sosyal sorumluluklar, dürüstlük, doğruluk ,yardımseverlik,
sadakat, affetme, adaletli, iffetli
olma, cömertlik, tevazu, amel, İLİM bunların kabir hayatında suretlere, cisimlere dönüşeceğini, herkesin
bizi bırakıp gittiğinde, bunların bize
eşlik edeceğini ve asla yalnız
olmayacağımızı daha somut ve
net bir şekilde anladım.
2.Ölüm
düşüncesi kişiyi zayıflatmayacağı, onu kabullenerek yaşamanın kişiyi daha çok
rahatlatacağı ve güçlendireceği, zamanının kıymetini bileceği, yaptıklarının
muhafaza edildiği düşüncesinin daha çok gayrete vesile olacağı, ölümle barışık
yaşamanın kendimizle de anlamlı ve barışık yaşamaya, ertelediklerimizi
ertelememek gerektiğini anlamamızı sağlayacağını....
3.Hiç
kimsenin kendisine asla ölümü yakıştırmadığı ama ölmemek gibi bir seçeneğin
olmadığı, biz deve kuşu misali görünmemek için kafamızı kuma gömsek de ölümün
zamanı geldiğinde mutlaka bizi göreceği...o nedenle kaçmanın çare olmadığı, ona
göre yaşamak gerektiği...
4. Burada bırakacağımız şeylerin; dünyevi telaşlar, koşuşturmalar, meslek, kariyer, yazlık, kışlık, giyim, kuşam
bunların zaten fani olduğunu, bakiye dönüştürebilirsek olanları zaten yol arkadaşı olarak yanımızda götüreceğimizi.....anladım. Güzel yaşayabilmek ümidiyle Hoşça kalın.
8 Mart 2013 Cuma
GÜZEL KONUŞMA SANATI
Merhabalar,
Dünya Kadınlar günü kutlu olsun ama 1 gün kadınların problemlerinin konuşulması için çok az.
"Üslub-u beyan, aynıyla
insan" dermiş eski insanlar. Yani insan özünde gizlidir, sözleriyle
kendini ele verir. İnsanın dili kalbinin aynasıdır. Kalbinde ne varsa dile
dökülen onun yansımasıdır. İnsanın konuşması karakterini, kişiliğini, hatta ruhunu
yani kendini tanımlar, açar.
Güzel bir kalbin seslendirilmesi
olan dil, dilin seslendirdiği güzelliklerden de yine kendisi de etkilenir. Yani
kalb ve dil birbirleriyle sürekli alış-veriş halindedir. Kalpten süzülen dili,
dilden dökülen kalbi etkiler.
"Kılıç yarası onulur, dil
yarası onulmaz" ifadesiyle atalarımız kırıcı ve yaralayıcı söz, mimik ve
davranışların aylar, yıllar geçse de buruk izinin etkisinin kaybolmayacağını
ifade ederler.
Bu nedenle "ya hayır konuş,
ya sus" düsturu bizim için belirleyici bir üslup olmalıdır. Çok ve
lüzumsuz konuşma zaman ve kelam israfına neden olmaktadır. Asıl olan az ve öz
konuşma olmalıdır. "Çok konuşanın çok sakatatı olur" ifadesi; amaçsız
konuşmalarda yalan, dedikodu sui-zan gibi
yanılmalara düşme tehlikesi olabileceği
vurgulanmaktadır.
Maalesef günümüzde toplumsal bir kangrene
dönüşen ve "olanı söylüyoruz" aldatmacasıyla insanların arkasından,
duydukları zaman üzülecekleri dedi-koduları yapmak sıradan, vicdanı incitmeyen,
koyu muhabbetlerin konusu olmaktadır. Oysa seviyeli insan nezih üslubunu, temiz
, berrak ifadesini her şartta korumaya çalışandır. Onurlu, güçlü kişilerin
başkalarının arkasından onların hoşlanmayacağı şekilde konuşarak
güvensizlik, sadakatsizlik yapmamaları beklenir. İnsani olan iç- dış uyumunu
korumak.
Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu(zehirli) aşı, yağ ile bal ede bir söz.Yunus Emre.
5 Mart 2013 Salı
İYİ DE NASIL SEVECEĞİM ?
Herkese İyi günler,
Bir gün aile içi sorunlarına
çözüm arayan genç bir çift ile görüşmüştüm. Kadın, eşinin kendisine karşı
ilgisiz olduğundan şikayetçi: "Eşim akşam işten eve gelir gelmez
televizyon kumandasına yapışıyor ve uykusu gelene kadar televizyondan gözünü
ayırmıyor."
Sonra beyefendi ile konuştum. "Bakın eşiniz nasıl da
sizin ilgi ve sevginize muhtaç." dedim...
Aldığım cevap çok ilginçti: "İyi de hocam, ben eşimi
nasıl seveceğimi bilmiyorum ki
seveyim..."
Bugün aile içi sorunların
temelinde, "sevebilme yeteneği" elde edememiş ve birbirine karşı
neredeyse sevgi dilencisine dönmüş eşlerin itirafları yatıyor.
Bu genç beyefendiye çocukluk
döneminin nasıl geçtiğini sordum. Aldığım cevap duymaya çok alışkın olduğum
cevaptı:
"Annem hep iş güç telaşında
bir kadındı. Kendini ya mutfakta veya evin içinde bir yerlere koşturmaca içinde
görürdüm. Babam ise her zaman yorgun ve uyuyan bir adamdı. Onlar beni çok
sevdiklerini söylerler ama ben o sevgiyi içimde hiç duyamadım. En zor durumlarda
annem babam beni hiç anlamadı. Çocuk diye geçiştirdiler. Geceleri tek başıma
yatmaktan korkar, anneme seslenirdim. Annemin cevabı hep aynı olurdu:
"Gelmeyeyim yanına!" Fena yaparım, yat çabuk!"
Evet yanına gelinmeyen çocukların fena yetiştiği bir ülkede
yaşıyoruz.
Çocuklarınızın vefasız, hayırsız olmasını, anormal
davranışlarda bulunmasını istemiyorsanız, onları sevin. Hem de çok sevin.
Koşulsuz sevin...
Kaynak: Aksiyon Dergisi, Adem Güneş.
4 Mart 2013 Pazartesi
DEĞİŞİM VE GELİŞİM
Herkese Merhaba,
Her gün diğer günün tekrarı, aynısı, benzeri gibi görünür
gözümüze. Oysa hiç bir gün diğerinin tıpatıp benzeri değildir. Ben dünkü ben
değilim, soluduğum hava dünkü hava değil, duygularım
dünkü duygularım
değil, düşüncelerin de dünkü
düşüncelerim değil. Dünkü vücut hücrelerim de değişti, yerine yenileri geldi.
Bir gün daha eskidi biyolojik yapımız.
Bir gün daha arttı hayat tecrübemiz... Bizim değiştiğimiz ve yenilendiğimiz
gibi yaşadığımız dünyada sürekli tazelenmekte, halden hale girmekte.
İnsan
maddi kalıbı itibariyle hızlı bir değişim göstermiyor, yıllar geçiyor da
insanın yaşadıkları simasına nakşediliyor, bedenine sirayet ediyor. Sürdürdüğü
ve yaşadığı hayatla paralel manalar ve izler oluşuyor çehresinde. Ama duygu, sezgi,
his , heves, arzu, istek, niyet gibi manevi dünyası, dünyanın durmadan döndüğü gibi
her an, her daim renk renk değişip başkalaşabiliyor. Yani insan sabah ayrı,
akşam ayrı... bir ruh dünyasına sahip olabiliyor.
Bu
kadar değişime , gelişime, yenilenme zemininde yaşayan insan, bunlara uygun bir
hayat sürmez, kendini sürekli yenilemez, geliştirmez, olumlu anlamda
değiştirmezse bozulmaya, değersizleşmeye, kıymetten düşüp eskimeye istemese de
maruz kalacaktır. Hayata ve hayat kanunlarına ters düşmemek, durağanlığın
vereceği hasarın önüne geçmek, ruhun,
kalbin de ihtiyacına cevap verecek kalitede kendini geliştirme mecburiyetindedir.
İnsan ruhunu boğan gayesizliktir, boşluktur,
atalettir, tembelliktir. İnsanı şahlandıran, kanatlandıran, canlandıran
hedeftir, amaçtır. Her insanın " kaliteli insan" olma gibi yüce
hedefleri olmalıdır. Ve durmadan dinlenmeden bu gayesi uğruna okumalı,
düşünmeli, çabalamalı, çalışmalı, emek harcamalı. Günümüzün gerektirdiği
donanıma sahip olma yolunda, irade ve azim çok önemli değerlerdir.
Bu
baharda ağaçlar yeniden yeşerecek ve
yeni çiçekler açacak. Geçen baharın
çiçekleri, dalları ve meyveleri değerlendirildi, hazmedildi, istifade edildi.
Bu bahar zihinlerimiz yeni idealler, yeni fikirler, yeni bilgiler, yepyeni
umutlarla yeniden yeşermeli...
Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Her gün bir yere konmak ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dün de beraber gitti cancağızım,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. Mevlana.
3 Mart 2013 Pazar
IŞIĞI YANAN EV
Herkese İyi hafta sonları,
"Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk
görev yaptığım yere Konya'ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim.
Gençtim, bekardım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir
olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi.
Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler
edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı.
Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de
diyemiyordum. Bir müddet daha geçti, yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan
Hacı anneye sıkılarak:
"Anneciğim sizin buralarda kaçta yatılıyor? dedim.
Hacı anne :
"Evladım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu
bekliyoruz" dedi.
Merak ettim tekrar sordum:
"Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?"
Hacı anne:
"Hayır evladım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız
yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir.
Bu saatte yakınlarda ışığı yanan bir ev bulamazlarsa, sokakta kalır. Buraların
yabancısı biri geldiğinde "ışığı yanan bir ev" bulsun diye
bekliyoruz.
Kaynak: İnternet, Prof. Dr. Saffet Solak'ın bir hatırası.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)